ATOMUN YAPISI
Hava, su,
dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudunuz, oturduğunuz koltuk, kısacası en
ağırından en hafifine kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz herşey
atomlardan meydana gelmiştir. Elinizde tuttuğunuz kitabın her bir sayfası
milyarlarca atomdan oluşur. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki, en güçlü
mikroskoplarla dahi bir tanesini görmek mümkün değildir. Bir atomun çapı ancak
milimetrenin milyonda biri kadardır.
Bu küçüklüğü bir
insanın gözünde canlandırması pek mümkün değildir. O yüzden bunu bir örnekle
açıklamaya çalışalım:
Elinizde bir
anahtar olduğunu düşünün. Kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları görebilmeniz
mümkün değildir. Atomları mutlaka görmek istiyorum diyorsanız, elinizdeki
anahtarı dünyanın boyutlarına getirmeniz gerekecektir. Elinizdeki anahtar dünya
boyutunda büyürse, işte o zaman anahtarın içindeki her bir atom bir kiraz
büyüklüğüne ulaşır ve siz de onları görebilirsiniz.5
Yine bu küçüklüğü
kavrayabilmek ve heryerin nasıl atomlarla dolu olduğunu görebilmek için bir
örnek daha verelim:
Bir tuz
tanesinin tüm atomlarını saymak istediğimizi düşünelim. Saniyede bir milyar (1.000.000.000) tane sayacak kadar
eliçabuk olduğumuzu da varsayalım. Bu dikkate değer beceriye karşın, bu ufacık
tuz tanesi içindeki atom sayısını tam olarak tesbit edebilmek için beşyüz
yıldan fazla bir zamana ihtiyacımız olacaktır. 6
Peki bu kadar küçük bir yapının içinde ne vardır?
Bu derece küçük olmasına rağmen atomun içinde evrende
gördüğümüz sistemle kıyaslanabilecek derecede kusursuz bir sistem
bulunmaktadır.
Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki
yörüngelerde dönüp-dolaşan elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise
proton ve nötron ismi verilen başka parçacıklar vardır.
Bu bölümde, canlı-cansız herşeyin temelini oluşturan
atomun olağanüstü yapısını ve atomların nasıl birleşerek molekülleri
dolayısıyla maddeyi oluşturduğunu inceleyeceğiz.
Çekirdek
Çekirdek, atomun tam merkezinde bulunmaktadır ve atomun
niteliğine göre belirli sayılarda proton ve nötrondan oluşmuştur. Çekirdeğin
yarıçapı, atomun yarıçapının onbinde biri kadardır. Rakam olarak verirsek;
atomun yarıçapı 10-8 (0,00000001) cm, çekirdeğin yarıçapı ise 10-12
(0,000000000001) cm kadardır. Dolayısıyla çekirdeğin hacmi, atomun hacminin 10
milyarda biri eder.
Bu büyüklüğü (daha doğrusu küçüklüğü) yine gözümüzde
canlandıramayacağımıza göre, kiraz örneğimizden devam edebiliriz. Biraz önce
bahsettiğimiz gibi elinizdeki anahtarı dünya boyutlarına getirdiğinizde ortaya
çıkan kiraz büyüklüğünde atomların içinde çekirdeği arayalım. Ama bu arayış
boşunadır, çünkü böyle bir ölçekte de çok daha küçük olan çekirdeği gözlemleme
olanağımız kesinlikle bulunmaz. Gerçekten bir şey görebilmek için yeniden ölçü
değiştirmek gerekecektir. Atomumuzu temsil eden kiraz yeniden büyüyüp iki yüz
metre yüksekliğinde kocaman bir top olacaktır. Bu akıl almaz boyuta karşın
atomumuzun çekirdeği yine de çok küçük bir toz tanesinden daha iri duruma
gelmeyecektir.7
Öyle ki, çekirdeğin 10-13 cm olan çapı ile, atomun
10-8 cm olan çapını kıyasladığımızda şöyle bir sonuç ortaya çıkar: Atomu bir
küre şeklinde kabul ederek bu küreyi tamamen çekirdekle doldurmak istediğimiz
takdirde bu iş için 1015 (1.000.000.000.000.000) atom çekirdeği gerekecektir.8
Ancak bundan daha şaşırtıcı bir durum vardır:
Boyutları atomun 10 milyarda biri olmasına rağmen, çekirdeğin kütlesi atomun
kütlesinin % 99.95'ini oluşturmaktadır. Peki bir şey nasıl olur da bir yandan
kütlenin yaklaşık tamamını oluştururken, diğer yandan da hemen hemen hiç yer
kaplamaz?
Bunun sebebi şudur: Atomun kütlesini oluşturan
yoğunluk tüm atoma eşit olarak dağılmamıştır, yani atomun bütün kütlesi atomun
çekirdeğinde birikmiştir. Diyelim ki, sizin 10 milyar metrekarelik bir eviniz
var ve bu evin tüm eşyasını 1 metrekarelik bir odada toplamanız gerekiyor. Bunu
yapabilir misiniz? Tabii ki yapamazsınız. Ancak atom çekirdeği dünyada
eşi-benzeri olmayan çok büyük bir güçle bunu yapabilmektedir. "Güçlü
Nükleer Kuvvet" diye isimlendirilen bu kuvvet, proton ve nötronları
çekirdekte toplamaktadır.
Güçlü nükleer kuvvet, bir atomun çekirdeğini birarada
tutan, onu dağılmaktan kurtaran, doğadaki kuvvetlerin en güçlüsü olarak
bilinmektedir. Çekirdekteki protonların hepsi pozitif yüklüdür ve elektromanyetik
kuvvet nedeniyle birbirlerini iterler. Fakat güçlü nükleer kuvvet onların itme
gücünden 100 kat daha büyük olduğundan, elektromanyetik kuvvet etkisiz hale
gelir. Böylece protonlar birarada tutunabilirler.
Kısacası gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir atomun
içinde, birbiriyle etkileşim halinde iki büyük kuvvet bulunur. Bu kuvvetlerin
değerleri öylesine hassastır ki, birinin biraz daha az veya biraz daha fazla
olması atomdaki tüm dengeleri alt üst eder. Dolayısıyla atomun yapısı bozulur,
parçalanır ve maddeyi oluşturamaz...
Atomun boyutlarını ve evrendeki atom sayısını dikkate
aldığımızda, ortada muazzam bir denge ve tasarım olduğunu görmemek mümkün
değildir. Öyle ki, evrendeki temel kuvvetlerin çok özel bir biçimde, büyük bir
ilimle ve kudretle yaratıldığı kesindir. İnkarcıların bu yaratılışı gözardı
edebilmek için sığındıkları tek yol, tüm bunların "tesadüfler" sonucu
böyle olduğunu iddia etmektir. Oysa olasılık hesapları evrendeki dengelerin
"tesadüfen" oluşma ihtimalinin "sıfır" olduğunu bilimsel
olarak kanıtlamaktadır. Tüm bunlar, Allah'ın varlığının ve yaratılışının açık
delilleridir.
Atomdaki Boşluk
Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, bir atomun çok
büyük bir bölümü boşluktan oluşmaktadır. Peki böyle bir boşluk nasıl olur?
Şimdi şöyle düşünelim: Atom, en basit anlatımla içinde
bir çekirdek ve çekirdek etrafında dönen elektronlardan oluşmaktadır.
Çekirdekle elektronlar arasında başka hiçbir şey yoktur. Bu, hiçbir şey olmayan
mikroskobik büyüklük aslında atom ölçeğine göre çok geniştir. Bu genişliği
şöyle örneklendirebiliriz: Çapı 1 cm. olan küçük bir bilya çekirdeğe en yakın
elektronu temsil ederse, çekirdek bu bilyadan 1 km. ötede bulunacaktır.9
Kuşkusuz bu, çok büyük bir boşluktur. Öyle ki kafamızda tam olarak
canlandırabilmek için astrofizikçi Jean Guitton'dan bir örnek verebiliriz:
Temel parçacıklar arasında çok büyük bir boşluk
egemendir. Eğer bir oksijen çekirdeğinin protonunu şu önümdeki masanın üstünde
duran bir toplu iğnenin başı gibi düşünürsem, o zaman çevresinde dönen elektron
Hollanda, Almanya ve İspanya'dan geçen bir çember çizer. (Bu satırların yazarı
Fransa'da yaşamaktadır.) Onun için, bedenimi oluşturan tüm atomlar birbirlerine
değecek kadar bir araya gelseydi, artık beni göremezdiniz. Zaten, artık beni
çıplak gözle hiçbir zaman gözlemleyemezdiniz: Neredeyse milimetrenin birkaç
bindebiri boyutunda ufacık bir toz kadar olurdum.10
İşte bu noktada evrende bilinen en büyük mekanla, en
küçük mekan arasında bir benzerlik ortaya çıktığını farketmekteyiz. Öyle ki,
gözlerimizi yıldızlara çevirirsek, orada da atomdakine benzer bir boşlukla
karşılaşırız. Yıldızlar arasında da, galaksiler arasında da milyarlarca
kilometrelik boşluklar mevcuttur. Ama bu boşlukların her ikisinde de insan
aklını zorlayan, anlama kapasitesini aşan bir düzen hakimdir.
Çekirdeğin İçi: Proton ve Nötronlar
1932 yılına dek, çekirdeğin proton ve elektronlardan
oluştuğu sanılıyordu. Çekirdeğin içinde protonla beraber elektronların değil
nötronların olduğu ancak o tarihte keşfedilebildi. (Ünlü bilimadamı Chadwick
1932 yılında çekirdeğin içinde nötronun varlığını ispatladı ve bu keşfiyle
Nobel ödülü kazandı.) İşte insanoğlunun atomun yapısıyla tanışması bu kadar
yakın tarihte gerçekleşti.
Atom çekirdeğinin ne kadar küçük boyutta olduğundan
daha önce bahsetmiştik. Atom çekirdeğinin içine sığabilen bir protonun
büyüklüğü ise 10-15 metredir.
Bu kadar küçük bir parçacığın insan hayatında pek bir
önemi olamayacağını düşünebilirsiniz. Ancak, insan aklının tahayyül bile
edemediği küçüklükteki bu parçacıklar aslında etrafınızda gördüğünüz herşeyin
temelidir.
Evrendeki Çeşitliliğin Kaynağı
Bilimin, şu ana kadar tespit edebildiği 109 tane
element vardır. Tüm evren, dünyamız canlı-cansız bütün varlıklar bu 109
elementin çeşitli biçimlerde birleşmeleriyle oluşmuştur. Buraya kadar tüm
elementlerin birbirinin benzeri atomlardan oluştuğunu gördük; atomlar da
birbirinin aynı parçacıklardan oluşuyordu. Peki madem elementleri oluşturan
bütün atomlar aynı parçacıklardan oluşuyor, o halde elementleri farklı kılan,
sınırsız çeşitlilikte maddeyi oluşturan nedir?
Elementleri temelde birbirlerinden farklı kılan şey,
atomlarının çekirdeklerindeki proton sayılarıdır. En hafif element olan
hidrojen atomunda bir proton, ikinci en hafif element olan helyum atomunda iki
proton, altın atomunda 79 proton, oksijen atomunda 8 proton, demir atomunda 26
proton vardır. İşte altını demirden, demiri oksijenden ayıran özellik, yalnızca
atomlarının proton sayılarındaki bu farklılıktır. Soluduğumuz hava, vücudumuz,
herhangi bir bitki veya bir hayvan ya da uzaydaki bir gezegen, canlı-cansız,
acı-tatlı, katı-sıvı her şey... Bunların hepsi sonuçta aynı
proton-nötron-elektronlardan meydana gelmiştir.
Fiziksel Varlığın
Sınırı: Kuarklar
Günümüzden 20 yıl öncesine kadar atomları oluşturan en
küçük parçacıkların protonlar ve nötronlar oldukları sanılıyordu. Ancak çok
yakın bir tarihte, atomun içinde bu parçacıkları oluşturan çok daha küçük
parçacıkların var oldukları keşfedildi.
Bu buluştan sonra, atomun içindeki "alt
parçacıkları" ve onların kendilerine has hareketlerini incelemek üzere
"Parçacık Fiziği" isimli bir fizik dalı ortaya çıkmıştır. Parçacık
fiziğinin yaptığı araştırmalar şu gerçeği açığa çıkarmıştır: Atomu oluşturan
proton ve nötronlar da aslında "kuark" adı verilen daha alt
parçacıklardan oluşmaktadırlar.
İnsan aklının kavrama sınırlarını aşan küçüklükteki
protonu oluşturan kuarkların boyutu ise daha da hayret vericidir:
10-18 (0,000000000000000001) metre.
Protonun içinde bulunan kuarklar hiçbir şekilde
birbirlerinden çok fazla uzaklaştırılamazlar; çünkü, kuarklar arasında lastik
bant gibi bir kuvvet vardır. Kuarkların arası açıldıkça bu kuvvet büyür ve iki
kuark birbirinden en fazla 1 metrenin katrilyonda biri kadar uzaklaşabilir.
Kuarklar arasındaki bu lastik bağlar, bir diğer parçacık türü olan
"Gluon"lardır. Kuarklarla gluonlar birbirleriyle son derece güçlü bir
iletişim halindedirler. Ancak, bilimadamları bu iletişimin nasıl
gerçekleştiğini halen keşfedememişlerdir.
'Parçacık Fiziği' hiç durmadan parçacıklar dünyasını
aydınlatmak için araştırmalar yapmaktadır. Varlığının üzerinden binlerce yıl
geçmiş insanoğlu, sahip olduğu akıl ve şuura rağmen kendisiyle birlikte herşeyi
oluşturan özü yeni yeni keşfetmektedir. Üstelik bu özün içine girdikçe konu
daha da detaylanmakta ancak insan kuark ismini verdiği 10-18 sınırında
takılmaktadır. Peki bu sınırın altında ne vardır?
Bugün bilimadamları bu konu ile ilgili çeşitli tezler
öne sürmektedir ama yukarıda da belirttiğimiz gibi bu sınır fiziksel evrenin
son noktasıdır. Bunun altında bulunacak olan herşey madde ile değil ancak
enerji ile ifade edilebilecektir. Asıl önemli olan nokta ise, insanın tüm
teknolojik imkanlarına rağmen yeni keşfedebildiği bir mekanda çok büyük
dengelerin, fizik kanunlarının bir saat gibi işliyor olmasıdır. Üstelik bu mekan
evrendeki tüm maddenin ve insanın da yapıtaşını oluşturan atomun içidir. İnsan
kendi vücudundaki organlarda, sistemlerde her saniye işleyen kusursuz
mekanizmadan yeni yeni haberdar olmaya başlamıştır. Bunları oluşturan
hücrelerin mekanizmalarını öğrenmesi ise ancak son birkaç on yıla dayanır.
Hücrenin temelindeki atomların, atomların içindeki proton ve nötronların, ve
bunların da içindeki kuarkların mekanizmaları ise, inansın inanmasın herkesi
hayrete düşürecek kadar mükemmeldir. Çok önemli bir nokta da, tüm bu muazzam
mekanizmaların insan yaşamındaki her saniye boyunca "kendi kendine"
insanın kontrolü dışında çalışmasıdır. Tüm bunların üstün bir iradeye sahip bir
Yaratıcı tarafından varedildiği ve denetiminin de yine aynı üstün Yaratıcı'ya
ait olduğu, vicdan sahibi akıllı her kişi için çok açık bir gerçektir.
ATOMUN DİĞER UCU: ELEKTRONLAR
Elektronlar, çekirdeğin etrafında belirli yörüngelerde
durmaksızın dönen parçacıklardır ve çekirdeği elektrik yükünden oluşan bir zırh
gibi kuşatırlar. Elektronları daha yakından inceleme ve onlara bakabilme
imkanımız olsaydı, onların tıpkı dünyamız gibi hareket ettiklerini görürdük.
Evet; elektronlar tıpkı dünyanın güneş çevresinde dönerken aynı zamanda kendi
çevresinde dönmesi gibi dönerler.
Ancak kuşkusuz, elektronların büyüklüğü dünyanın
büyüklüğünden çok farklıdır. Eğer bir kıyas yapmak gerekirse; bir atomu dünya
kadar büyütsek, bir elektron sadece bir elma boyutuna gelecektir.11
En güçlü mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp-duran onlarca elektron, atomun içinde çok karışık bir trafik yaratır. Ancak, elektronlar atomun içinde en ufak bir kazaya yol açmazlar. Üstelik atomun içinde yaşanacak en ufak bir kaza atom için felaket olabilir ama atom, kendi sonunu getirecek bu felaketi hiçbir zaman yaşamaz ve varlığını sürdürür.
Çekirdeğin etrafında saniyede 1.000 km gibi akılalmaz
bir hızla hiç durmadan dönen elektronlar, bir kez bile birbirleri ile
çarpışmamaktadırlar. Bu durum, bunların büyük bir düzen içinde bulunduklarını,
bizlerin "yörünge" adını verdiğimiz yollarda hareket ettiklerini
gösterir. Oysa birbirlerinin aynı olan elektronların farklı yörüngelerde
bulunmalarının "dizayn" dışında bir açıklaması olamaz. Kütleleri ve
hızları birbirlerinden farklı gezegenlerin güneş etrafında sıralandığı güneş
sistemimizde çok açık bir dizayn görülmekte iken, birbirlerinin tıpatıp aynı
elektronların niçin çekirdek etrafında farklı yörüngelere sahip oldukları, bu
yörüngeleri şaşmadan takip ettikleri, akılalmaz küçüklükteki boyutlarda
akılalmaz büyüklükteki süratleriyle nasıl çarpışmadıkları soruları bizleri bir
noktaya götürür. Bu noktada bulacağımız yegane güç, Allah'ın kusursuz
yaratışından başkası değildir.
Elektronlar, nötron ve protonların neredeyse ikibinde
biri kadar ufaklıkta parçacıklardır. Bir atomda, protonlarla eşit sayıda
elektron bulunur ve her elektron her bir protonun taşıdığı artı (+) yüke eşit
değerde eksi (-) yük taşır. Çekirdekteki toplam artı (+) yük ile elektronların
toplam eksi (-) yükü birbirini dengeler ve atom nötr olur.
Elektronların taşıdıkları elektrik yükü itibariyle
bazı fizik kurallarına uymaları gerekir. Bu fizik kuralları 'aynı elektrik
yüklerinin birbirini itmesi ve zıt yüklerin birbirlerini çekmesi'dir.
İlk olarak; normal koşullarda hepsi eksi yüklü olan
elektronların bu kurala uyup birbirlerini itmeleri ve çekirdeğin etrafından
dağılıp-gitmeleri gerekir. Ancak durum böyle olmaz. Eğer, elektronlar
çekirdeğin etrafından dağılsalardı, tüm evren boşlukta dolaşan, proton, nötron
ve elektronlardan ibaret olurdu. Bu durum da tabii olarak evrenin sonunun
gelmesine sebep olurdu.
İkinci olarak; artı yüke sahip olduğu için çekirdeğin,
eksi yüklü elektronları kendine çekmesi ve elektronların da çekirdeğe
yapışmaları gerekir. Böyle bir durumda da çekirdek bütün elektronları kendine
çeker ve atom içine çöker.
Ancak bu olumsuzlukların hiçbiri olmaz! Elektronların
az önce belirttiğimiz (1.000 km/s) olağanüstü kaçış hızları, bunların
birbirlerine uyguladıkları itici kuvvet ve çekirdeğin elektronlara uyguladığı
çekim kuvveti o kadar hassas değerler üzerine kurulmuştur ki bu üç zıt etken
birbirlerini mükemmel bir şekilde dengelerler. Sonuçta atomdaki bu muazzam
sistem dağılıp parçalanmadan sürüp gider. Atoma etki eden bu kuvvetlerden
birinin olması gerekenden çok az daha fazla veya az olması atom diye bir
kavramın hiç varolmamasına neden olurdu.
Bu etkenlerin yanısıra, çekirdekteki protonları ve
nötronları birbirine bağlayan nükleer kuvvetler olmasaydı, eşit yüke sahip olan
protonlar değil kenetlenmek, birbirlerine yaklaşamayacaklardı bile. Nötronlar
da çekirdeğe hiçbir şekilde bağlanamayacaklardı. Bunun sonucunda çekirdek,
dolayısıyla atom diye birşey olmayacaktı.
Bütün bu ince hesaplar, tek bir atomun bile başıboş
olmayıp üstün bir iradenin kontrolünde hareket ettiğinin bir göstergesidir. Aksi
takdirde içinde yaşadığımız evrenin sonunun gelmesi kaçınılmaz olurdu. Hatta
daha başlangıçta meydana gelmesi bile imkansızdı. Ancak herşeyin Yaratıcısı,
sonsuz güç ve ilim sahibi olan Allah, evrendeki tüm dengeler gibi, atomun
içinde de çok hassas dengeler kurmuştur ve bu sayede atom, ihtişamlı düzeni ile
varlığını sürdürmektedir.
Allah'ın
yarattığı bu denge, bilimadamları tarafından yıllar boyunca araştırılarak
çözülmeye çalışılmış ve sonunda gözlenen olaylara çeşitli isimler takılarak
sözde açıklanmış sayılmıştır: "elektromanyetik kuvvet", "güçlü
nükleer kuvvet", "zayıf nükleer kuvvet", "kütlesel çekim
kuvveti", vs. gibi. Ancak, kitabın girişinde de değindiğimiz gibi, kimse
"Neden?" sorusu üzerinde düşünmemiştir. Örneğin, neden aynı
protonların -eşit yüke sahip olduklarından- bazen birbirlerini ittikleri, bazen
de -eşit yüke sahip oldukları halde- birbirlerini kuvvet ile çektikleri bilim
dünyasında cılız hayret ifadeleriyle geçiştirilmiştir.
Aslında bu durum fizik kanunları içinde mantıksal bir
paradoks oluşturmaktadır. Çünkü "eşit yükler birbirlerini iterler!"
evrensel bir fizik kuralıdır. Peki o halde neden bu durum çekirdekte tersine
işlemekte ve neden eşit yüklü protonlar birbirlerinden şiddetle uzaklaşmaları
gerekirken, muazzam bir güçle birbirlerini çekip kenetlenmektedirler.
Çekirdekteki proton da serbest haldeki proton da aynı protondur. Yapılarında en
ufak bir farklılık yoktur. O halde itme ve çekme kuvvetlerinin protonun
kendisinden kaynaklandığı kabul edilirse, proton her seferinde bu iki kuvvetten
birini uygulaması gerekmektedir. Bazen elektromanyetik kuvvetle bir diğerini
itmesinin, bazen de nükleer güçle birbirini çekmesinin fiziksel çerçevede
hiçbir mantığı yoktur. Çevrede protonun böyle farklı farklı davranmasını
gerektirecek başka fiziksel etkenler de yoktur. Demek ki bu kuvvetler protonun
kendisinden kaynaklanmamaktadır. Ortada tek bir kuvvet vardır, o da tüm güç ve
kudret kendisinde bulunan Allah'a ait kuvvettir. Allah dilediği anda dilediği
noktada kudretini tecelli ettirmektedir. Değişik zamanlarda, değişik durumlarda
Allah'ın kuvveti değişik biçimlerde yansımaktadır. En küçük atomundan uçsuz
bucaksız galaksilere kadar tüm evren de ancak Allah'ın dilemesi ve her an
ayakta tutması ile varlığını sürdürmektedir.
Allah, Kuran'da kendisinden başka kuvvet olmadığını vurgularken (Kehf, 39), bunun bilincine varamayıp da Allah'ın, kudretini kendilerinde yansıttığı aciz varlıkları (canlı olsun cansız olsun), Allah gibi güç ve kuvvet sahibi sanarak, o yaratıklara ilahi vasıflar yükleyenlerin sonunu şöyle bildirmektedir:
... O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu ve Allah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara, 165)
Bugüne kadar hiçbir bilimadamı atomdaki dolayısıyla
evrendeki kuvvetlerin sebebini, kaynağını ve niçin belli durumlarda belli
kuvvetlerin ortaya çıktığını izah edememiştir. Bilimin yaptığı sadece
gerçekleri gözlemlemek ve bunları ölçüp birer "isim" takmaktır.
Bu tür 'isim takmalar' bilim dünyasında büyük buluşlar
olarak değerlendirilir. Halbuki, bilimadamları evrende yeni bir denge
oluşturmaya, yeni bir sistem kurmaya değil, sadece evrende var olan mevcut
dengeyi kavramaya-çözmeye çalışmaktadırlar. Yapılan şey de çoğunlukla, Allah'ın
evrendeki sayısız yaratılış harikalarından birini bir ucundan gözlemleyip buna
bir isim vermekten ibarettir. Allah'ın yarattığı üstün bir sistemi veya yapıyı
keşfeden, tesbit eden bir bilimadamı çeşitli bilimsel ödüllere layık görülür,
yüceltilir, insanlar arasında kendisine hayranlık beslenir. Bu durumda o yapıyı
yoktan vareden, akılalmaz derece hassas dengeler ve karmaşık hesaplarla donatan
ve bunun gibi daha sayısız, olağanüstü harikalıkları yaratan bir Yaratıcı'nın
ne derece sonsuz bir övgü ve yüceltmeye layık olduğunu anlamak hiç de zor
değildir.
Elektronların Yörüngesi
En güçlü mikroskopların bile giremeyeceği kadar küçük
bir alanda dönüp-duran onlarca elektron, daha önce de belirtildiği gibi atomun
içinde son derece karışık bir trafik yaratır. Ancak bu trafik, en düzenli şehir
trafiğinden bile daha düzenlidir ve elektronlar hiçbir şekilde birbirleriyle
çarpışmazlar. Çünkü elektronların herbirinin ayrı ayrı yörüngeleri vardır ve bu
yörüngeler hiçbir zaman birbiriyle çakışmaz.
Asla değişmeyen bu yedi yörüngedeki elektron sayısı da
bir matematiksel formülle belirlenmiştir: 2n2. Atomların tüm yörüngelerinde
bulunabilecek maksimum elektron sayısı işte bu formülle sabitlenmiştir
(formüldeki "n", yörünge numarasını belirtir).
Evreni oluşturan
sınırsız sayıdaki atomun elektron yörüngelerinin asla şaşmadan belirli sayıda
kalmaları bir düzenin göstergesidir. Herbir yörüngedeki elektron sayısının 2n2
formülüne uymaları bir düzenin göstergesidir. Elektronlar inanılmaz hızlarda
hareket edip karmaşa çıkarmamaları da bir düzenin göstergesidir. Bu öyle bir
düzendir ki, tesadüflerle oluştuğu asla iddia edilemez. Şans faktörü böyle bir
düzenin sebebi olarak asla gösterilemez. Bu düzenin tek geçerli açıklaması
Kuran'da bildirildiği gibi Allah'ın herşeyi kudretinin bir tecellisi olarak düzen
ve intizam içinde yaratmış olmasıdır. Bu düzenden bahseden bazı ayetleri şöyle
sıralayabiliriz:
Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır. (Talak, 3)
Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir
ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan, 2)
O'nun katında her şey bir miktar (ölçü) iledir. O,
gaybı da, müşahede edileni de bilendir. Pek büyüktür, yücedir. (Ra'd, 8-9)
Yere (gelince,) onu döşeyip-yaydık, onda
sarsılmaz-dağlar bıraktık ve onda her şeyden ölçüsü belirlenmiş ürünler
bitirdik. (Hicr, 19)
Gökyüzü, Onu da yükseltti ve mizanı (ölçüyü) koydu.
(Rahman, 7)
Güneş ve ay (belli) bir hesap iledir. (Rahman, 5)
Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak
yapandır. (Nisa, 86)
Ayetlerden anlaşıldığı gibi Alemlerin Rabbi olan
Allah'ın, herşeyi kusursuz bir ölçü, hesap ve düzen içinde yaratma vasfı
vardır. Bu ölçü ve hesap atomun en küçük parçacığından uzaydaki devasa gök
cisimlerine, güneş sistemlerine, galaksilere kadar, bunların arasındakiler de
dahil, bütün varlıklar alemini içine alır. Bu da Allah'ın sonsuz gücünün,
ilminin, sanatının ve hikmetinin bir sonucudur. Allah, yarattığı varlıklardaki
ve sistemlerdeki mükemmel ölçü, düzen, denge ve hesaplarla bu sıfatlarını
insanlara tanıtır. Sonsuz kudretini gözler önüne serer. İşte bütün bilimsel
araştırmaların, hesaplamaların insanı ulaştırması gereken asıl gerçek budur.
Elde ettiği bilgilerden bu en önemli gerçeğe varamayan bilimadamlarının görevi
de, bu gerçeğe varabilecek insanlara, yani inananlara, ömürleri boyunca malzeme
toplayıp, Rablerinin ayetlerini, delillerini, onları takdir edebilecek
müminlerin gözleri önüne sermektir. Allah kendisine inanmadığı halde bilimle
uğraşanları da bu şekilde müminlerin hizmetine sunmuştur. Aynen, bir zamanlar
şeytanları ve cinleri Hz. Süleyman'ın hizmetine sokması gibi... Örneğin, uzunca
bir yoldan bir krala, çuvallar dolusu kıymetli eşya taşıyan bir devenin, atın
ya da eşeğin ne kadar değerli bir yük taşıdığının farkına varmamasının son
derece önemsiz olması gibi. O yalnızca kendisine yükletilen görevi yapmış,
kralına hizmet etmiştir. Hayatlarını bilime adadıkları halde Yaratıcıları'nın
delillerinin şuuruna varmayan ateist bilimadamlarının durumu da bu
örnektekinden pek farklı değildir.
Dalga mı, Parçacık
mı?
Elektronlar ilk keşfedildiklerinde parçacık oldukları
sanılıyordu. Ancak daha sonra yapılan deneylerde tıpkı ışık (fotonlar) gibi
dalga özellikleri de gösterdikleri ortaya çıktı.
Işığın, tıpkı havuza atılan bir taşın su yüzeyinde
yaptığı dalgalanmalar gibi yayıldığı bilinmektedir. Ancak ışık, bazen de sanki
maddi parçacık özelliği taşımakta ve pencere camına vuran yağmur damlaları gibi
kesik kesik, aralıklı darbeler halinde de gözlenmektedir. İşte aynı ikilem bu
kez elektronda da yaşandı. Tabii bu durum bilim dünyasında büyük bir kargaşa
yarattı. Bu kargaşa ünlü Kuramsal Fizik Profesörü Richard P. Feynman'ın
sözleriyle şöyle çözüldü:
Elektronların ve ışığın nasıl davrandıklarını artık
biliyoruz. Nasıl mı davranıyorlar? Parçacık gibi davrandıklarını söylersem
yanlış izlenime yol açmış olurum. Dalga gibi davranırlar desem, yine aynı şey.
Onlar kendilerine özgü, benzeri olmayan bir şekilde hareket ederler. Teknik
olarak buna "kuantum mekaniksel bir davranış biçimi" diyebiliriz. Bu,
daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir davranış biçimidir...... Bir
atom, bir yay ucuna asılmış sallanan bir ağırlık gibi davranmaz. Küçücük
gezegenlerin yörüngeler üzerinde hareket ettikleri minyatür bir güneş sistemi
gibi de davranmaz. Çekirdeği saran bir bulut veya sis tabakasına da pek
benzemez. Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir şekilde davranır. En
azından bir basitleştirme yapabiliriz: Elektronlar bir anlamda tıpkı fotonlar
gibi davranırlar; ikisi de "acayiptir", ama aynı şekilde. Nasıl
davrandıklarını algılamak bir hayli hayal gücü gerektirir; çünkü açıklayacağımız
şey bildiğimiz herşeyden farklıdır.12
Bilimadamları, elektronların bu şekilde davranmalarını
hiçbir şekilde açıklayamadıkları için çözüm olarak bu harekete yeni bir isim
takmışlardır: 'Kuantum Mekaniksel Hareket'. Bu noktada görülen olağanüstülüğü
ve bilimin düştüğü hayreti yine Profesör Feynman'ın kaleminden aktarıyoruz:
Size doğanın ne şekilde davrandığını anlatacağım. Onu,
bu şekilde davranabileceğini kabul ederseniz, çok sevimli ve büyüleyici
bulacaksınız. Eğer yapabilirseniz, kendinize sürekli "Ama bu nasıl
olabilir?" diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç
kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz. Bunun neden böyle
olabildiğini hiç kimse bilmiyor.13
Ancak, burada Feynman'ın bahsettiği "çıkmaz
sokak" aslında çıkmaz değildir. Burada bazılarının bir türlü işin içinden
çıkamamasının sebebi, ortadaki açık delillere rağmen bu inanılmaz sistemlerin
ve dengelerin bilinçli ve şuurlu bir Yaratıcı tarafından varedildiğini kabul
edememeleridir. Halbuki durum son derece açıktır: Allah evreni yoktan varetmiş,
olağanüstü dengelere dayalı ve örneksiz olarak yaratmıştır. İçinden bir türlü
çıkılamayan, anlaşılamayan ve bilimadamlarının her fırsatta "Ama bu nasıl
olabilir?" diye kendi kendilerine sordukları sorunun cevabı, herşeyin yaratıcısının
Allah olmasında yatmaktadır.
Elektronların Bir Başka Fonksiyonu: Renkler
Kapkara bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç
düşündünüz mü? Bedeniniz, etrafınızdaki insanlar, denizler, gökyüzü, ağaçlar,
çiçekler, kısacası herşeyin kapkara olduğunu gözünüzde bir canlandırın. Böyle
bir yeryüzünde yaşamayı hiç istemezdiniz öyle değil mi?
Peki, yeryüzünü renkli kılan nedir? Dünyamızı
olağanüstü güzel kılan renkler nasıl oluşmaktadır?
Maddenin yapısında bulunan, birazdan göreceğimiz
özellikler bizim maddeyi renkli olarak algılamamıza yol açarlar. Evet; renkler,
elektronların atom içindeki bazı hareketlerinin bir fonksiyonu olarak oluşur.
'Elektronların hareketiyle renklerin ne ilgisi olabilir?' diye
düşünebilirsiniz. Bu ilişkiyi hemen kısaca açıklayalım.
Elektronlar sadece belirli yörüngelerde dönerler. Bu
yörüngelerin 7 tane olduğundan az önce bahsetmiştik. Her bir yörünge belirli
bir enerji seviyesine sahiptir. Sözkonusu bu enerji seviyesi yörüngenin
çekirdekten olan uzaklığına bağlı olarak değişir. Bir yörünge çekirdeğe ne
kadar yakınsa elektronun enerjisi o kadar az, çekirdeğe ne kadar uzaksa
enerjisi o kadar yüksek olur.
Elektronların yörüngelerinin her birinin altında da
"alt yörüngeler" vardır. Elektronlar, bulundukları yörüngenin
"alt yörüngeleri" arasında seyahatler yaparlar. Nasıl mı?
Elektronlar bulundukları alt yörüngeden bir başka
yüksek enerjili alt yörüngeye atlarlar. Bir üst enerji seviyesinde boş bir yer
olduğunda elektron birdenbire ortadan kaybolur ve şaşırtıcı bir şekilde o üst
enerji seviyesinde tekrar ortaya çıkar. Ancak elektron bunu yaparken dışardan
çok önemli bir destek alır: Enerji. Elektron bulunduğu yörüngeden daha yüksek
enerjili alt yörüngeye sıçrarken bu iki enerji seviyesinin arasındaki fark
kadar dışardan enerji almak zorundadır. Üst enerji seviyesinin gerektirdiği
enerji seviyesine ulaşmadan elektron bu yörüngeye sıçrayamaz. Elektronun
dışardan temin ettiği enerji "Foton"dur.
Foton, en basit anlatımıyla "ışık
parçacığı"dır. Evrendeki yıldızların hepsi birer foton kaynağıdır,
Dünyamız içinse en önemli kaynak elbette ki Güneş'tir. Fotonlar Güneş'ten
saniyede 300.000 km. hızla tüm uzaya dağılmaktadırlar. Peki ışık ile az önce
bahsettiğimiz elektronların hareketleri arasında nasıl bir bağlantı var, hemen
açıklayalım.
Bir cismin rengi, gerçekte o cisimden yansıyarak
gözümüze ulaşan ışıkların bir karışımıdır. Genellikle kendi ışık yaymayan ve
güneşten aldığı ışığı yansıtan bir cismin rengi, hem aldığı ışığa hem de bu
ışık üzerinde yaptığı değişikliğe bağlıdır. Beyaz ışıkla aydınlatılan cisim
"kırmızı" görünüyorsa güneş ışığındaki karışımın büyük bölümünü
soğuruyor ve yalnız kırmızıyı yansıtıyor demektir. Burada
"soğurmak"tan kastedilen şudur:
Yukarıda da belirttiğimiz gibi atomdaki her bir
yörüngenin altında bir de alt yörüngeler vardır ve elektronlar bu alt
yörüngeler arasında seyahat yaparlar. Herbir alt yörüngenin bir enerji seviyesi
vardır ve elektron bulunduğu alt yörüngenin enerji seviyesi kadar enerji
taşımaktadır. Yörüngeler çekirdekten uzaklaştıkça enerjileri de artar. Elektron,
bulunduğu alt yörüngeden yukarıda başka bir alt yörüngede, 1 elektronluk boş
yer olduğunda bir anda yok olur. Ve üst enerji seviyeli alt yörüngede ortaya
çıkar. Yalnız elektronun bu hareketi yapabilmesi için enerjisini geçiş yaptığı
alt yörüngenin gerektirdiği enerjiye çıkartmalıdır. Elektron, enerjisini
arttırmalıdır ve bunu da foton soğurarak (yutarak) yapar. Evet, elektron
tıpatıp bu iki alt yörünge arasındaki enerji farkı kadar enerjiye sahip ışık
parçacığı olan fotonu soğurur. Daha sonra da tekrar eski yörüngesine geri
döner. Bu hareket sürekli devam eder....
Güneşten çok çeşitli enerji seviyelerinde fotonlar
gelmektedir. Ancak, bu fotonlar arasındaki görünür ışık, çok dar bir alanı
kaplamaktadır. Güneşten gelen ışık parçacıkları maddeye çarptığında, işte
ışığın bir kısmı yukarıda anlattığımız şekilde madde tarafından soğurulur,
soğurulmayan diğer kısım ise maddeye çarpıp dışarı geri yansır. Nihayet,
cisimden yansıyan ışık gözümüzün retinasına çarpar. Retinaya çarpan bu ışık
işareti sinir akışına dönüşür ve beynimize kadar ulaşıp görüntüyü oluşturur.
Durumu birkaç örnekle daha anlaşılır hale
getirebiliriz: Bir Morpho Kelebeğini (Sarı Kelebek) ele alalım. Kelebekte
pterin adı verilen pigmentler, sarı hariç bütün güneş ışığını soğurmaktadırlar.
Kelebeğe çarpıp, kelebekteki pigment molekülünün elektronları tarafından
soğurulmadan dışarı yansıtılan ışık parçacıkları, sahip oldukları enerji sarıya
denk geldiği için beynimiz tarafından sarı renk olarak algılanmaktadır.
Cismin rengi, ışık kaynağından gelen ışığın özelliğine
ve sözkonusu cismin bu ışığın ne kadarını dışarı yansıttığına bağlıdır. Örneğin
bir elbisenin rengi, güneş ışığında veya bir mağazada bakıldığında aynı
değildir. Bir cisim şayet beynimiz tarafından siyah olarak algılanıyorsa,
güneşten gelen bütün ışığı soğuruyor ve dışarı hiç ışık yansıtmıyor demektir.
Aynı şekilde eğer cisim güneşten gelen ışığın tümünü birden yansıtıyor ve hiç
ışık soğurmuyorsa beynimiz tarafından beyaz olarak algılanmaktadır. Bu durumda
üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken noktalar şunlardır:
1-Cismin rengi, ışık kaynağından gelen ışığın
özelliklerine bağlıdır.
2-Cismin rengi, kendi yapısındaki moleküllerin
elektronlarının hareketine, bu elektronların hangi ışığı soğurup hangisini
soğurmayacağına bağlıdır.
3-Cismin rengi, retinaya çarpan fotonu beynimizin
nasıl algılayacağına bağlıdır.
Bu şartlar altında, gördüğümüzün cismin gerçek hali
olduğunu asla söyleyemeyiz. Cismin rengi kesinlikle görecelidir ve gördüğümüz
rengin hangi aşamadaki halinin gerçek olduğundan emin olamayız.
Bu noktada bir kere daha durup bir düşünelim.
Gözle görülemeyecek kadar küçük bir madde olan atomun
çekirdeğinin etrafında inanılmaz bir süratle dönen elektronlar, mevcut
yörüngelerinden bir anda kaybolup alt-yörünge adı verilen bir başka mekana geçiyorlar.
Bu geçiş için alt-yörüngede boş bir yerin olması da şart. Bu esnada ihtiyaç
duydukları enerjiyi foton soğurarak temin ediyorlar. Sonra asıl yörüngelerine
geri dönüyorlar. Bu hareket esnasında insan gözünün algılayabileceği renkler
oluşuyor. Üstelik sayıları trilyonlarla ifade edilebilecek kadar çok atom,
üstelik her saniye hiç durmadan bunu yapıyorlar. Bizler de hiç kesintisiz bir
"görüntü" elde ediyoruz.
Bu müthiş mekanizma, insan yapısı hiçbir makinenin
işleyişine benzetilemez. Örneğin bir saat tek başına çok karmaşık bir
mekanizmadır, ve saatin doğru olarak çalışabilmesi için tüm parçalarının
(çarklar, dişliler, vidalar, somunlar, vs.) doğru yerlerde, doğru biçimde
bulunması şarttır. Bu mekanizmada en küçük bir aksama, saatin işleyişine zarar verir.
Fakat atomun yapısını ve elektronların yukarıda anlattığımız mekanizmasını,
işleyişini düşününce, bir saatin yapısı çok hafif kalıyor. Dediğimiz gibi bu
mekanizma hiçbir insani sistemle kıyaslanamayacak kadar karmaşık, mükemmel ve
organize. Peki son derece sistematik biçimde işleyen, hiç aksamadan devam eden
böyle bir sistem kendi kendine, tesadüfler sonucunda meydana çıkabilir mi? Ya
da şöyle soralım: Issız bir çölde ilerlerken yerde işleyen bir saat görseniz,
bunun toz, toprak, kum ve taşlardan şans eseri oluştuğunu düşünür müsünüz? Bunu
hiç kimse düşünmez, çünkü saatteki tasarım ve akıl her yönüyle gözler
önündedir. Oysa bir atomdaki tasarım ve akıl, yukarıda da söylediğimiz gibi
insan yapısı herhangi bir mekanizmayla kıyaslanmayacak kadar üstündür. Bu aklın
sahibi de büyük ilim sahibi, Bilen, Gören ve Yaratan Allah'tır.
Bu bölümde bize verilen en büyük nimetlerden biri olan
renklerin oluşumunu inceledik. 'Renk' kavramının var olmasından da anlaşıldığı
gibi, Allah gördüğümüz ve göremediğimiz heryeri sonsuz bir sanatla yaratmış ve
bizim haberimiz bile olmadığı halde sayısız sebebi bizim emrimize vermiştir.
Daha önceden hiç bilmediğimiz, belki de öğrenmeyi hiç aklımıza getirmediğimiz
renkler konusu, bilim ilerledikçe işte bu kadar detaylı olarak bize aktarılır.
Bilimin, akıl ve vicdan sahibi her insanın Allah'ın varlığına inanmasına vesile
olacağı bir gerçektir. Tüm bunlara rağmen evrenin her noktasında şahit olunan
üstün sanatı ve aklı görmemezlikten gelenler olabilmektedir. Ünlü bilimadamı
Louis Pasteur bu konuyla ilgili ilginç bir tespit yapmıştır: "Bilimin azı
Allah'tan uzaklaştırır, ama çoğu, O'na götürür."14
İşte bizim de çevremizde gelişen sayısız olayla ilgili bilgimiz arttıkça her geçen gün Allah'ın ilmine olan hayranlığımız da artmaktadır. Bu hayranlık ise Allah'ın sonsuz kudretini, gücünü mümkün olduğunca idrak etme, ve dolayısıyla O'ndan gereği gibi korkup-sakınma yolunda çok önemli bir adımdır. İnsanın teknik bilgisi arttıkça, Allah'ın kendisini her yönden kuşattığını, gökten yere her işi onun düzenlediğini, kontrolünü elinde tuttuğunu, canının bir gün mutlaka alınacağını ve dünyada yaptıklarından hesaba çekileceğini kavrayabilir. Kuran bu durumu bir ayette şöyle açıklar:
Allah'ın
gökyüzünden su indirdiğini görmedin mi? Böylece biz onunla, renkleri değişik
olan meyveler çıkardık. Dağlardan da beyaz, kırmızı renkleri değişik ve siyah
yollar (kıldık). İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle
değişik olanlar vardır. Kulları içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri
titreyerek-korkar'. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır.
(Fatır, 27-28)
Parçacıkların Programlanmış Hareketi
Buraya kadar, atomu oluşturan tüm parçacıkları
inceledik. Bunların birçok özelliklerini gördük. Şimdi bu parçacıkların, daha
önce bahsetmediğimiz ortak bir özelliğini ele alacağız: Spin Dönüşü.
Atomu oluşturan parçacıkların kendi eksenleri
etrafında olağanüstü bir hızla dönüşlerine "spin" denilmektedir.
Parçacıkların spin hareketi ilk kez 1925 yılında farkedildi ve bu dönüş
"Pauli Dışlama İlkesi" olarak anılmaya başlandı. Bu ilkeye göre, iki
benzer parçacık aynı duruma sahip olamazlar, yani belirsizlik ilkesinin
tanımladığı sınırlar içinde hem aynı konumda, hem de aynı hızda bulunamazlar.
Bu kuralı şu şekilde açıklayabiliriz: Atom son derece ufak bir yapıdır ve o
ufak yapının içinde de çok karmaşık bir trafik vardır. Eğer bu yapıyı oluşturan
birbirine benzer parçacıklar aynı hızda ve aynı yönde hareket etselerdi ne
olurdu, bir düşünelim:
Önce, protonu oluşturan 3 kuarkı ele alalım: 3 kuark
aynı anda, aynı hızda ve aynı yönde hareket ettikleri takdirde, artık 3 kuark
diye bir şey kalmaz, hepsi de tek bir kuark halini alırlar. Böyle bir durumda
da protonların oluşması mümkün olmaz ve çekirdek, yani dolayısıyla atom
oluşamaz. Çünkü kuark bir enerjiden ibarettir. Madde gibi aynı yönde ve aynı
hızda hareket eden 3 ayrı enerji olabilmesi mümkün değildir. Bunların bir
şekilde birbirlerinden ayrılmaları gerekir. Bu ayırım da ancak hareket
farklılıklarıyla oluşabilmektedir. Ancak bu şartla, kuarklar (enerji
paketçikleri), nötronları ve protonları oluşturabilirler. Şayet, kuarkların
hepsi aynı yönde ve aynı hızda hareket etselerdi, ne protonlar, ne nötronlar,
ne de çekirdek oluşabilirdi. Sonuç olarak, atomlar, moleküller dolayısıyla
madde varolamazdı...
Görüldüğü gibi, "spin" hareketi, şu ana
kadar gördüğümüz diğer özellikler gibi evrenin oluşumunda son derece hayati bir
öneme sahiptir. Prof. Stephen Hawking'in ifadesiyle;
Eğer dünya, dışlama ilkesi olmadan yaratılsaydı
kuarklar, birbirinden ayrı ve kesin tanımlı proton ve nötronları oluşturamazdı.
Proton ve nötronlar da elektronlarla birlikte atomları oluşturamazdı. Hepsi,
oldukça düzgün, yoğun bir "çorba" oluşturmak üzere biraraya
çökerdi.15
Bilim bugün atomaltı parçacıkların bu hareketlerini
keşfetmiştir, ama parçacıkların neden böyle hareket ettiklerini bir türlü
açıklayamamaktadır. Bu parçacıkların bu şekilde hareket edebilmeleri için,
hareketlerinin sonucunda atomu oluşturacaklarını idrak edebilmeleri gerekir. Bu
idrakin arkasından da ne şekilde hareket edeceklerine karar vermeleri yani bir
strateji belirlemeleri şarttır. Hangi parçacık, hangi yönde ve hangi hızda
hareket edecektir, son derece detaylı bir stratejiye ihtiyaç vardır ve bu
belirlenir. Daha sonra sıra bu stratejiyi evreni oluşturan sonsuz sayıdaki
parçacığa duyurmaya ve hepsinin bu stratejiye uymalarını sağlamaya gelmektedir.
Strateji tüm parçacıklara duyurulur ve tüm parçacıklar ne şekilde hareket
etmeleri gerektiğini öğrenirler.
Şimdi, cevaplanması gereken çok önemli bir soru vardır
ki bu soru bizi en başa döndürmektedir: Neden tüm parçacıklar bu stratejiye
uymakta, yani itaat etmektedirler? Neden bir parçacık bile bu stratejiye
uymamazlık etmemektedir? Tüm bu parçacıkların, burada saydıklarımızı
uygulayabilecek şuur, akıl, irade ve zekaları mı vardır?
Kütlesi bile olmayan, sadece enerjiden ibaret olan bu parçacıkların, hiç şüphesiz ne kendilerine ait bir akılları, ne de müstakil bir iradeleri var olabilir. Asıl var olan Allah'ın sonsuz aklı, sonsuz gücü ve sonsuz ilmidir. Allah, tüm bu parçacıklara, boyun eğdirmiş ve böylece evreni yaratmıştır. Bir ayet bu gerçeği bize şöyle bildirmektedir:
...
Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun
eğmişlerdir. (Bakara, 116)
MADDEYE GİDEN İKİNCİ BASAMAK: MOLEKÜLLER
Maddeye giden ilk basamak olan atomlardan sonra ikinci
basamak da moleküllerdir. Moleküller, bir maddenin kimyasal özelliklerini
belirten en küçük birimleridir. Moleküller iki veya daha çok atomdan oluşur;
bazıları da binlerce atom gruplarından oluşur. Bütün çeşitliliği ile madde,
atomlardan meydana gelen moleküllerin çeşitli biçimlerde biraraya gelmeleriyle
oluşmuştur.
Atomların molekülleri oluşturması veya moleküllerin
ayrışarak atomlarına ayrılması, genel olarak "kimyasal reaksiyon"
olarak adlandırılır. Kimyasal reaksiyonlar laboratuvarlarda yapıldığı gibi,
doğada, vücudumuzda, bir yemek fırınında, çamaşır makinasında, atmosferde vs.
heryerde ve her an gerçekleşmektedir. Acaba atomlar nasıl ve neye göre kimyasal
reaksiyona girerler?
Atomları, molekül içinde elektromanyetik çekim kuvvetine
dayalı kimyasal bağlar birarada tutar. Her atomun başka bir atomla özel bir birleşme kabiliyeti vardır. Bu
birleşmeler, atomların dış yörüngelerindeki elektronlar aracılığıyla yapılır.
Her yörüngenin alabileceği maksimum elektron sayısı sabittir. Her atom en
dıştaki yörüngesini, alabileceği maksimum elektron sayısına tamamlama gayreti
içindedir. Bunun için ya en dış yörüngesindeki elektronları maksimum sayıya
tamamlamak için başka atomlardan elektron alır ya da en dış yörüngesinde az
sayıda elektron varsa, bunları bir başka atoma vererek önceden tamamlanmış olan
bir alt yörüngeyi en dış yörüngesi haline getirir. Atomların bu genel eğilimi,
birbirleri arasında yaptıkları kimyasal reaksiyonların temel itici gücünü oluşturur.
Birbirlerinin bu eğilimlerine karşılıklı birebir cevap verebilecek atomlar
yanyana geldiklerinde gereken enerji de sağlandığı takdirde bahsettiğimiz
alışverişi gerçekleştirirler. Bu alışveriş sonucunda aralarında kimyasal bir
bağ kurulur. Atomların aralarında bu şekildeki bir kimyasal bağla
oluşturdukları yapıya molekül adı veriyoruz.
Atomun içindeki dengelerin, parçacıkların
birbirleriyle etkileşimlerinin ve atoma etki eden kuvvetlerin aralarındaki
ilişkilerin bir tanesi bile tesadüfle açıklanamaz. Düşünün ki evrende var olan
herşey atomlardan oluşmuştur. Bu atomlar öyle küçüktürler ki tek bir toplu iğne
ucundaki atomların sayısı bile trilyonları aşmaktadır. O halde tüm evrendeki
atomların sayısı telaffuz dahi edilemeyecek bir miktardadır. Bu kadar çok
sayıdaki atomun herbirinin içinde, insan aklının sınırlarının çok ötesinde bir
faaliyet vardır. Bu düzenli faaliyet ise, elbette ki tesadüfler neticesinde
atomun içine girip yerleşmiş olamaz.
Kimyasal Bağlar
Az önce bahsedildiği gibi, atomlar son yörüngelerindeki
elektron sayılarını maksimuma tamamlama amacındadırlar. Bu amaçlarını da, diğer
atomlarla 3 çeşit bağ kurarak gerçekleştirirler. Bunlar iyonik bağ, kovalent
bağ ve metalik bağdır. Bu bağların özellikleri nedir ve nasıl kurulurlar,
kısaca ele alalım.
Atom, eğer dış yörüngesinde 4'ten az elektronu varsa
bunları verme, 4'ten fazla elektronu varsa dışarıdan elektron alma
eğilimindedir. Atomların bu şekilde birbirleriyle elektron alıp-vererek
birleşmeleri "iyonik bağ" olarak isimlendirilir.
Eğer 2 tane atom, dış yörüngelerindeki elektronları
ortak kullanırsa buna "kovalent bağ" denir. Kovalent bağın daha iyi
anlaşılabilmesi için kolay bir örnek verelim: Hidrojen atomunda tek bir
elektron vardır. Daha önce elektron yörüngelerinden bahsederken de belirttiğimiz
gibi atomların ilk yörüngelerinde en fazla 2 elektron taşınabilir. Hidrojen
atomu tek bir elektrona sahiptir ve elektron sayısını 2'ye çıkarıp kararlı bir
atom olma eğilimindedir. Bu yüzden hidrojen atomu 2'nci bir hidrojen atomuyla
kovalent bağ yapar. Yani, 2 hidrojen atomu da birbirlerinin tek elektronlarını
2. elektron olarak kullanır. Böylece H2 molekülü oluşur.
Eğer çok sayıda atom, birbirlerinin elektronlarını
ortaklaşa kullanarak birleşiyorlarsa bu kez "metalik bağ"
sözkonusudur.
Acaba tüm bu bağlarla, kaç farklı bileşik
oluşabilmektedir?
Laboratuvarlarda, hergün yeni yeni bileşikler
oluşturulmaktadır. Ancak şu an için yaklaşık 2 milyon bileşikten bahsetmek
mümkündür.16 En basit kimyasal bileşik, hidrojen molekülü kadar ufak olabildiği
gibi, milyonlarca atomdan oluşan bileşikler de vardır.
Bir element acaba en fazla kaç değişik bileşik
oluşturabilir? Bu sorunun cevabı oldukça ilginçtir. Çünkü bir tarafta hiçbir
elementle birleşmeyen bazı elementler (soygazlar) vardır. Diğer tarafta ise
1.700.000 bileşik oluşturabilen karbon atomu vardır. Toplam bileşik sayısının 2
milyon kadar olduğunu tekrar hatırlarsak, 109 elementin 108'i toplam 300.000
bileşik yapmaktadırlar. Ancak karbon olağanüstü bir şekilde tek başına tam
1.700.000 bileşik yapabilmektedir.
Canlı Hayatının Temel Taşı: Karbon Atomu
Karbon, canlı hayatı için en hayati elementtir. Çünkü
bütün canlı maddeler karbon bileşiklerinden oluşmuşlardır. Bizlerin varlığı
için bu kadar önemli olan karbon atomunun özelliklerini sayfalarca yazsak bitiremeyiz,
nitekim kimya bilimi de henüz bu özelliklerin tümünü keşfedebilmiş değildir.
Biz burada karbonun çok önemli birkaç özelliğinden bahsedeceğiz.
Karbonun rekor sayıda (1.7 milyon) bileşik
yapabilmesinin sebebi nedir?
Karbonun en önemli özelliklerinden birisi, birbiri
ardınca dizilerek çok kolay zincir oluşturabilme özelliğidir. En kısa karbon
zinciri 2 karbon atomundan oluşur. En uzun zincirin kaç karbon atomundan
oluştuğu konusunda kesin bir rakam verilemez, ancak yaklaşık olarak 70 halkalı
bir zincirden bahsedilebilir.17 Karbon atomundan sonra en uzun zincir
oluşturabilen atomun, 6 halka ile silisyum atomu olduğunu düşünürsek, karbon
atomundaki olağanüstü durum daha iyi farkedilebilir.
Karbonun bu kadar çok halkalı zincir yapabilmesinin
sebebi, zincirlerinin sadece düz çizgi şeklinde olmamasıdır. Zincirler dallar
halinde de olabilirler, çokgenler de oluşturabilirler.
Bu noktada, zincirin şeklinin önemi çok büyüktür. İki
karbon bileşiğinde, eğer karbon atomu sayısı aynı olup da bileşiklerin zincir
biçimleri farklıysa, ortaya 2 farklı madde çıkmaktadır. Karbon atomunun,
yukarıda saydığımız özellikleri ile, canlı hayatı için çok büyük önemi olan
moleküller yaratılmaktadır.
Yanyana Gelen Her Atom Hemen Reaksiyona Girseydi Ne Olurdu?
Az önce tüm evrenin 109 elementin atomlarının
birbirleriyle reaksiyona girmeleri sonucu oluştuğunu söylemiştik. Burada,
üzerinde dikkatle durulması gereken bir nokta vardır; o da, tepkimenin
oluşabilmesi için çok önemli bir koşulun gerçekleşmesi gerektiğidir.
Örneğin, oksijenle hidrojen her biraraya geldiğinde su
oluşmaz. Ya da demir havayla temas eder-etmez hemen paslanmaz. Eğer öyle
olsaydı, katı ve parlak bir metal olan demir, birkaç dakika içinde yumuşak bir
toz olan demir okside dönüşürdü. Durum böyle olmasaydı yeryüzünde metal diye
bir madde kalmazdı. Çok tuhaf bir dünyada yaşardık. Yanyana gelen 2 maddenin
atomları hemen tepkimeye girerdi. Böyle bir durumda ise, koltuğa bile oturmanız
mümkün olamazdı. Çünkü koltuğu oluşturan atomlarla vücudunuzu oluşturan atomlar
hemen tepkimeye girer ve koltuk-insan arası bir varlık (!) olurdunuz. Şüphesiz
ki, böyle bir dünyada canlı hayatın varlığı sözkonusu bile olamazdı. Acaba,
böyle bir sonucun yaşanmasını ne engellemektedir?
Bir örnekle açıklamak gerekirse, hidrojen ve oksijen
molekülleri oda sıcaklığında çok yavaş tepkimeye girerler, yani "su"
oda sıcaklığında çok yavaş oluşur. Ancak, ortamdaki sıcaklık arttığında
moleküllerin enerjileri de artar ve tepkime hızlanır, yani su daha hızlı
oluşur.
Bilimadamları bu durumu açıklayabilmek için,
"Aktifleşme Enerjisi" diye adlandırdıkları bir kavram ortaya
atmışlardır. Bu kavram, moleküllerin tepkimeye girebilmeleri için gerekli
enerji sınırını ifade etmektedir. Su örneğinde görüldüğü gibi, hidrojen ve
oksijen moleküllerinin tepkimeye girip suyu oluşturabilmeleri için,
enerjilerinin aktifleşme enerjisinden yüksek olması gerekmektedir.
Düşünün ki, yeryüzündeki sıcaklık biraz daha yüksek
olsaydı atomlar çok çabuk tepkimeye girerdi ve doğadaki denge de bozulurdu.
Ancak tersi olsaydı, yeryüzündeki sıcaklık daha düşük olsaydı, bu durumda da
atomlar tepkimeye girmekte çok ağır kalacaklar ve doğadaki dengeler yine
bozulacaktı. Bundan da anlaşıldığı gibi Dünya'nın güneş sistemindeki konumu,
tam olarak canlı hayatına uygun olacak bir noktadadır. Elbette ki canlılık için
gereken hassas dengeler bununla kısıtlı değildir. Dünyanın eksenindeki eğim,
kütlesi, yüzey genişliği, atmosferindeki gazların oranı, uydusu ay ile
arasındaki mesafe ve daha sayabileceğimiz birçok faktör, sadece ve sadece şu andaki
değerleriyle mevcut olduklarında canlıların hayatta kalması mümkün olmaktadır.
Bundan da anlaşılan, tüm bu faktörlerin hepsinin birbiri ardınca tesadüflerle
olmayacağı, hepsinin de canlıların tüm özelliklerini bilen üstün bir kudret
tarafından bilinçli bir şekilde varedildikleridir.
Kuşkusuz bilimin bu noktada verdiği cevap, karşı
karşıya bulunduğu fizik kurallarına bir isim takmaktan ibarettir. En başta da
belirttiğimiz gibi bu tür olaylarda ne, nasıl, ne şekilde gibi soruların pek
bir anlamı yoktur. Bu sorularla ulaşabildiğimiz ancak, zaten var olan bir
kuralın detaylarıdır. Bu kuralın niçin ve kim tarafından varedildiği bilim
açısından yine bir muammadır.
İşte bilimin cevap veremediği bu noktada, aklı ve
vicdanıyla bakan bir göz için durum son derece açıktır: Hiçbir şekilde
tesadüflerle açıklanamayacak olan evrendeki kusursuz dengeler, üstün bir aklın
ve iradenin dilemesi sonucu gerçekleşmiştir.
MUCİZE BİR MOLEKÜL: SU
Dünyamızın üçte ikisi su ile kaplıdır ve yeryüzünde
yaşayan bütün canlıların %50-%95'i sudan oluşmaktadır. Kaynama noktasına yakın
sıcaklıktaki kaynaklarda yaşayan bakterilerden tutun da, erimekte olan
buzulların üzerindeki bazı özel yosunlara kadar, suyun olduğu heryerde ve her
sıcaklıkta hayat vardır. Yağmurdan sonra yapraklar üzerinde kalan bir su
damlacığında bile binlerce mikroskopik canlı doğar, çoğalır ve ölür.
Yeryüzünde hiç su olmasa yeryüzü nasıl görünürdü?
Şüphesiz her yer çölden ibaret olurdu, denizlerin yerlerinde dipsiz ve ürkütücü
çukurlar yeralırdı. Gökyüzü de bulutsuz ve çok garip renkte görülürdü.
Yeryüzündeki hayatın temeli olan suyun oluşabilmesi
ise aslında son derece zordur. Öncelikle suyun bileşenleri olan hidrojen ve
oksijen moleküllerini bir cam kabın içinde düşleyelim. O kabın içinde çok uzun
bir süre bırakalım. Bu gazlar kabın içinde yüzlerce yıl bile hiç su
oluşturmayabilirler. Oluştursalar da çok yavaş olarak, mesela binlerce yıl
sonra kabın dibinde çok az su farkedilebilir.
Böyle bir durumda suyun bu derece yavaş oluşmasının
sebebi sıcaklıktır. Oda sıcaklığında oksijenle hidrojen çok yavaş tepkimeye
girerler .
Oksijen ve hidrojen, serbest halde iken H2 ve O2
molekülleri halinde bulunurlar. Bu moleküllerin su molekülünü oluşturmak için
birleşmeleri için çarpışmaları gerekir. Bu çarpışma sonucunda, hidrojen ile
oksijen molekülünü oluşturan bağlar zayıflar ve oksijen ile hidrojen
atomlarının birleşmesine engel kalmaz. Sıcaklık, bu moleküllerin enerjisini,
dolayısıyla hızlarını arttırdığı için çarpışmaların sayısını da büyük ölçüde
arttırır. Böylece, tepkimenin hızlı ilerlemesini sağlar. Ancak, şu anda
yeryüzünde suyun oluşmasını sağlayacak kadar yüksek ısı yoktur. Suyun oluşması
için gerekli olan ısı, dünya oluşurken sağlanmış ve dünyanın dörtte üçlük
kısmını oluşturan su o zaman oluşmuştur. Artık bu su kaynakları buharlaşarak
atmosfere yükselmekte, orada da soğuyarak yağmur şeklinde yeniden yeryüzüne
dönmektedir. Yani mevcut miktara yeni bir ilave olmaz, sadece bir çevrim
yaşanır.
Su, kimyasal olarak pekçok olağanüstü özelliğe
sahiptir. Herbir su molekülü hidrojen ve oksijen atomlarının birleşmesiyle
oluşmuştur. Biri yakıcı, diğeri de yanıcı olan iki gazın birleşerek bir sıvıyı,
hem de suyu oluşturuyor olmaları oldukça ilginçtir.
Kimyasal olarak suyun nasıl oluştuğuna gelince; suyun
elektrik yükü sıfır yani nötrdür. Ancak oksijen ve hidrojen atomlarının
büyüklüklerinden dolayı su molekülünün oksijen tarafı hafifçe eksi, hidrojen
tarafı da hafifçe artı yüklüdür. Birden fazla su molekülü biraraya geldiğinde
artı ve eksi yükler birbirini çekerek "hidrojen bağı" denilen çok
özel bir bağı oluşturur. Hidrojen bağı çok zayıf bir bağdır ve ömrü aklımızın
kavrayamayacağı kadar kısadır. Bir hidrojen bağının ömrü, yaklaşık olarak bir
saniyenin yüzmilyarda biri kadardır. Ama bağlardan biri kırıldığında hemen bir
diğer bağ oluşur. Böylece su molekülleri birbirlerine yapışırlar ve diğer
taraftan zayıf bir bağla birbirlerine bağlandıklarından akışkan olurlar.
Hidrojen bağlarının suya kattığı bir başka özellik de,
suyun sıcaklık değişimlerine direnç göstermesidir. Havanın sıcaklığı aniden
artsa bile suyun sıcaklığı yavaş yavaş artar, aynı şekilde havanın sıcaklığı
aniden düşse bile suyun sıcaklığı yavaş yavaş düşer. Suyun sıcaklığının önemli
oranda oynayabilmesi için çok büyük miktarlarda ısı enerjisine ihtiyaç vardır.
Suyun ısı enerjisinin bu derece yüksek olmasının canlı hayatına sağladığı çok
büyük faydalar vardır. Çok basit bir örnek verecek olursak, vücudumuzda çok
büyük oranda su vardır. Su eğer havadaki ani sıcaklık iniş ve çıkışlarına aynı
oranda uysaydı aniden ateşimiz çıkardı veya aniden donardık.
Aynı şekilde, suyun buharlaşmak için de çok büyük bir
ısı enerjisine ihtiyacı vardır. Su buharlaşırken, çok ısı enerjisi kullandığı
için suyun sıcaklığında eksilme olur. Yine insan vücudundan bir örnek verecek
olursak; vücudumuzun normal sıcaklığı 36 oC'dir ve dayanabileceğimiz en yüksek
sıcaklık 42 oC'dir. Aradaki bu 6 oC'lik aralık çok küçük bir aralıktır ve
birkaç saat güneş altında çalışmak vücut sıcaklığını bu kadar arttırabilir.
Ancak vücudumuz terleyerek, yani içindeki suyu buharlaştırarak çok büyük
miktarda ısı enerjisi harcar ve vücut sıcaklığı düşer. Vücudumuz otomatik
olarak çalışan böyle bir mekanizmya sahip olmasaydı, birkaç saat güneş altında
çalışmak bile bizler için öldürücü olurdu.
Hidrojen bağlarının suya kazandırdığı bir başka
olağanüstü özellik, suyun sıvı iken katı haline oranla daha yoğun olmasıdır.
Halbuki, yeryüzündeki maddelerin çoğu katı iken sıvı haline oranla daha
yoğundur. Ancak, su diğer maddelerin tersine donarken genleşir. Bunun sebebi
hidrojen bağlarının su moleküllerinin birbirlerine sıkı şekilde bağlanmasını
engellemesi ve arada birçok boşluğun kalmasıdır. Su sıvı iken hidrojen bağları
kırıldığından oksijen atomları birbirine yaklaşır ve daha yoğun bir yapı elde
edilir.
Bu durum aynı şekilde buzun sudan daha hafif olmasını
da beraberinde getirir. Normalde herhangi bir metali eritip içine aynı metalden
birkaç katı parça atsanız, bu parçalar hemen dibe çöker. Ancak suda durum
farklıdır. Onbinlerce ton ağırlığındaki buz dağları suyun üzerinde mantar gibi
yüzmektedirler. Peki suyun bu özelliğinin ne gibi bir faydası olabilir?
Bu soruyu bir ırmak örneği ile cevaplayalım: Havalar
çok soğuduğunda ırmaktaki suyun tamamı değil, sadece üzeri donar. Su, +4 oC'de
en ağır halindedir ve bu dereceye ulaşan su hemen dibe çöker. Suyun üzerinde
'katman halinde buz' oluşur. Bu katmanın altında su akmaya devam eder ve +4 oC
canlıların yaşayabileceği bir sıcaklık olduğu için sudaki canlılar bu sayede
hayatlarını sürdürürler.
Buraya kadar bahsettiğimiz, Allah'ın suya vermiş olduğu muhteşem özellikler; yeryüzünde canlı hayatının varolabilmesini mümkün kılan özelliklerdir. Aşağıdaki ayette de görebileceğiniz gibi, üstün bir yaratılış örneği olan su, Allah tarafından, insanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak gökten indirilmiştir. Kuran'da Allah'ın insanlara sunduğu bu büyük nimetin önemi şöyle bildirilmiştir:
Sizin
için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı
onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve
meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk
için ayetler vardır. (Nahl, 10-11)
Suyun Kimya Kurallarını
Altüst Eden Özelliği
Hepimizin de bildiği gibi su 100 oC sıcaklıkta kaynar
ve 0 oC sıcaklıkta donar. Ancak, normal şartlarda suyun 100 oC değil, -80 oC
kaynaması gerekirdi. Neden mi?
Periyodik tabloda aynı gruptaki elementlerin
özellikleri, hafif elementten ağır elemente doğru düzenli değişiklikler
gösterir. Bu düzenlilik, özellikle hidrojen bileşiklerinde hakimdir. Periyodik
tabloda oksijenin bulunduğu grupta bulunan elementlerin bileşikleri hidrid diye
adlandırılır. Su, aslında oksijen hidrid'dir. Bu gruptaki diğer elementlerin
hidridleri su molekülü ile aynı molekül yapısına sahiptirler.
Bu bileşiklerin kaynama noktaları kükürtten başlayıp
daha ağır olanlara doğru düzenli bir şekilde değişir; ancak umulmadık bir
şekilde suyun kaynama noktası bu dizinin dışına çıkar. Su (oksijen hidrid)
olması gerekenden 180 oC daha yüksekte kaynar. Bir diğer şaşırtıcı durum da
suyun donma noktası ile ilgilidir: Yine periyodik sistemdeki düzene göre, suyun
-100 oC sıcaklıkta katılaşması gerekir. Ancak su bu kuralı bozar ve olması
gerekenden 100 oC yukarıda, yani 0 oC de buz haline gelir.
Eğer su, periyodik sistemdeki düzene göre hareket
etseydi, yeryüzünde sadece buhar olarak bulunurdu. Bu noktada; niçin
hidritlerden başka biri değil de, sadece suyun (oksijen hidrit) periyodik
sistem kurallarına uymadığı sorusu akla gelmektedir.
Gerek fizik kuralları, gerek kimya kuralları ya da
kural olarak nitelendirdiğimiz ne varsa; insanların, evrendeki olağanüstü
dengenin ve yaratılışın sebebini açıklama gayretinden başka şeyler değildirler.
Bu kurallar, her ne kadar süslü isimlerle anılsalar da, bu isimler bu
kuralların gerçekten işlediğini ispatlamaz. Nitekim, az önce ele aldığımız
gibi, "su" evrende canlı yaşamın var olabilmesine en uygun şekilde ve
kimya kurallarını alt-üst edecek şekilde yaratılmıştır. Aşağıdaki ayette de
bildirildiği gibi; Allah, gökte ve yerde ne varsa, herşeye bizler için boyun
eğdirmiştir. "Su" da bu boyun eğdirişe çok güzel bir örnektir.
Kendinden
(bir nimet olarak) göklerde ve yerde olanların tümüne sizin için boyun eğdirdi.
Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır. (Casiye,
13)
Koruyucu Tavan: Ozon
Soluduğumuz hava, yani aşağı atmosfer büyük ölçüde
oksijen gazından oluşur. Burada oksijenden kastettiğimiz O2 gazıdır. Yani
oksijen molekülleri 2'şer atomdan oluşmuştur. Ancak, oksijen molekülü bazen
3'er atomdan da oluşabilmektedir. Bu durumda bu molekül artık oksijen değil
"Ozon" olarak isimlendirilir, zira bu iki gaz birbirlerinden çok
farklıdırlar.
Hemen burada üzerinde durulması gereken bir nokta
vardır: İki oksijen atomu birleşince 'Oksijen gazı' oluşmaktadır da, niçin üç
oksijen atomu birleşince 'Ozon gazı' diye farklı bir gaz oluşmaktadır? Sonuçta
iki de olsa, üç de olsa birleşen oksijen atomu değil midir? O zaman, neden
ortaya iki farklı gaz çıkmaktadır? Bu soruyu cevaplamadan önce, bu iki gazın ne
yönden farklı olduklarını ele alıp, sonra cevap vermek daha yerinde olacaktır:
Oksijen gazı (O2) aşağı atmosferde bulunur ve solunum
yoluyla yeryüzündeki tüm canlılara hayat verir. Ozon gazı (O3) ise, zehirli ve
çok kötü kokulu bir gazdır. Atmosferin en üst tabakalarında bulunur. Eğer,
oksijen yerine ozon solumak zorunda olsak hiçbirimiz yaşayamazdık.
Ozon, yukarı atmosferdedir; çünkü orada canlı yaşamı
için çok hayati bir fonksiyonu vardır. Atmosferin yaklaşık 20 km. yukarısında
tüm dünyayı bir kuşak gibi sarıp sarmalayan bir tabaka oluşturur.18 Böylece
güneşten gelen kızılötesi ışınları emerek yeryüzüne tam kuvvetle ulaşmalarını
engeller. Kızılötesi ışınlar çok yüksek enerjiye sahip oldukları için yeryüzüne
bu biçimde ulaşırlarsa, yeryüzündeki herşey yanar ve dünyada hayat varolamaz.
İşte bu yüzden ozon tabakası atmosferde koruyucu bir zırh görevi görmektedir.
Yeryüzündeki canlı hayatın varolabilmesi için solunum
yapabilmesi ve zararlı güneş ışınlardan korunabilmesi gerekmektedir. Ve bu
sistemi oluşturan ancak ve ancak her atoma, her moleküle hakim olan Allah'tır.
Allah'ın izni olmaksızın, hiçbir güç bu atomları oksijen ve ozon gazı
molekülleri olarak biraraya getiremezdi. Yine Allah'ın izni olmaksızın, hiçbir
güç oksijen gazını aşağı atmosferde ve ozon gazını da yukarı atmosferde
tutamazdı.
Tattığımız Ve Kokladığımız Moleküller
Tat ve koku duyuları, insanın dünyasını güzelleştiren
algılardır. Bu duyulardan alınan zevk çok eski çağlardan beri merak konusu
olmuş ve bunların aslında molekül etkileşimleri oldukları yeni yeni
keşfedilmiştir.
Tat ve koku dediğimiz algılar, aslında çeşitli
moleküllerden başka bir şey değildir. Örneğin vanilya kokusu, çeşitli meyve ve
çiçek kokularının hepsi uçucu moleküllerden ibarettir. Atomlar bir yandan canlı
ve cansız maddeyi oluştururken, diğer taraftan da maddeye lezzet katmaktadır.
Peki bu nasıl gerçekleşmektedir?
Vanilya kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller,
burun epitelyum denilen bölgesindeki titrek tüylerinde bulunan alıcılara
gelirler ve bu alıcılarda etkileşime girerler. Bu etkileşim beynimizde koku
olarak algılanır. 2-3 cm2'lik bir koku alma zarıyla kaplı burun boşluğumuzda şu
ana kadar yedi tip farklı alıcı tespit edilebilmiştir. Bu alıcılardan herbirine
temel bir koku denk düşer. Aynı şekilde insan dilinin ön tarafında da dört farklı
tip kimyasal alıcı vardır. Bunlar tuzlu, şekerli, ekşi ve acı tatlarına
karşılık gelir. İşte tüm duyu organlarımızın alıcılarına gelen moleküller beyin
tarafından kimyasal sinyaller olarak algılanır.
Günümüzde tat ve kokunun nasıl algılandığı konusu yeteri
kadar anlaşılabilmiştir ama bilimadamları neden bazı maddelerin çok, bazı
maddelerin az koktuğu, neden bazılarının tatlarının hoş ve bazılarının da kötü
olduğu konusunda bir görüş birliğine varamamışlardır.
Bir düşünelim. Kahverengi, sadece kendine has kötü bir
kokusu olan topraktan yüzlerce çeşit, hoş kokulu ve lezzetli meyveler ya da
binlerce renk, biçim ve kokuda çiçek oluşmaktadır. Hiçbir kokunun, hiçbir
lezzetin varolmadığı bir dünyada da yaşıyor olabilirdik. Lezzet ve koku
kavramını bilmediğimiz için de, bu algılara sahip olmayı istemek aklımıza bile
gelmezdi. Atomlar bir yandan maddeyi oluşturmak için olağanüstü bir şekilde
biraraya gelirken, neden tat ve koku oluşturmak üzere de ayrıca biraraya
gelirler? Tat ve kokunun var olması insanlar için temel bir ihtiyaç değildir.
Ama muhteşem bir sanatın ürünü olarak dünyamıza apayrı bir lezzet boyutu
katmaktadırlar.
Diğer canlılarla bir karşılaştırma yaparsak, kimi
canlılar sadece ot, kimileri de daha farklı maddeler yerler. Şüphesiz ki
bunların ne hoş bir kokuları, ne de hoş lezzetleri vardır. Bizler de gayet
tabii, onlar gibi tek çeşit gıda ile beslenebilirdik. Ömrünüzün sonuna kadar
sadece tek bir çeşit yemek yeseydiniz ve yalnızca su içseydiniz hayatınız nasıl
olurdu?
Bu açıdan renk
ve koku, diğer tüm nimetler gibi, sonsuz lütuf ve ikram sahibi Yaratıcı'nın
insana karşılıksız sunduğu nimetlerindendir. Yalnızca bu iki algının
varolmaması dahi insanın hayatını büyük ölçüde tatsızlaştırmaya yeterdi.
Kendisine verilen tüm nimetlere karşın, İnsana düşen ise kendisini her yönden
kuşatmış böyle sonsuz bir ikram karşısında Rabbi'ne gereği gibi teşekkür
ederek, O'nun dilediği gibi bir kul olmaya çalışmaktır. Böyle bir tutum
karşısında Rabbi kendisine, bu dünyada yalnızca numunelerini sunduğu nimetlerin
çok daha üstünlerini sınırsız bir biçimde barındıran ebedi bir hayatı
vaadetmektedir. Aksine, yani nankör, umursuz, Rabbi'nden gaflet içinde
geçirilen bir yaşamın karşılığı ise şüphesiz yine bu tutuma layık adaletli bir
karşılık olacaktır:
Rabbiniz şöyle buyurmuştur:'Andolsun, eğer
şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz,
şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir. (İbrahim, 17)
Maddeyi Nasıl Algılıyoruz?
Buraya kadar okuduklarımız, maddesel varlığın hiç de
zannettiğimiz gibi olmadığını ortaya koydu. Evet, madde sandığımız şey,
gerçekte bir enerji yumağından, dev bir boşluktan başka birşey değildir. Kendi
bedenimiz, odamız, evimiz, hatta dünya ve tüm evren aslında bir enerji
bulutundan ibarettir. O zaman, çevremizdeki bunca şeyi gözle görünür ve elle
tutulur kılan nedir?
Çevremizdekileri madde olarak algılamamızın sebepleri,
atomların yörüngelerindeki elektronların fotonlarla çarpışmaları, atomların
birbirlerini itmeleri veya çekmeleridir.
Şu anda elinizde tuttuğunuzu sandığınız kitabı aslında
tutamamaktasınız. Gerçekte elinizin atomları kitabın atomlarını itmektedir ve
bu itmenin şiddetine göre de dokunma hissiniz gerçekleşmektedir. Çünkü
atomların yapısından bahsedilirken de belirtildiği gibi atomlar birbirlerine
maksimum bir atomun çapı kadar yaklaşabilirler. Üstelik birbirlerine bu kadar
yaklaşabilen atomlar, ancak beraber reaksiyona giren atomlardır. Şu halde, aynı
maddenin atomları bile birbirlerine kesinlikle dokunamazlarken bizler elimizle
tuttuğumuz, sıktığımız veya tutup-havaya kaldırdığımız maddeye asla
dokunamayız. Kaldı ki, elimizdeki maddeye maksimum yaklaşmamız mümkün olsaydı
bile bu maddeyle kimyasal reaksiyona girerdik. Böyle bir durumda insan veya
başka bir canlı için bir saniye bile varlığını sürdürmek sözkonusu olamazdı.
Canlı ayak bastığı, oturduğu veya dayandığı madde ile hemen kimyasal reaksiyona
girer ve garip bir varlık olurdu.
Bu durumda ortaya çıkan manzara son derece
düşündürücüdür: Gerçekte, %99.95'i boş olan ve neredeyse sadece enerjiden
ibaret olan atomlardan oluşan bir dünyada yaşıyoruz.19 'Dokunuyoruz ve
tutuyoruz' dediğimiz şeylere de aslında hiçbir zaman dokunamıyoruz. Peki ya
gördüğümüz, duyduğumuz veya kokladığımız maddeyi ne derece algılıyoruz? Bu maddeler,
gerçekte gördüğümüz-duyduğumuz gibi midir?
Kesinlikle hayır... Elektronlardan ve moleküllerden
bahsederken bu konuyu ele almıştık. Burada tekrar hatırlatacak olursak; var
dediğimiz, gördüğümüz maddeyi direkt olarak görmemiz asla mümkün olmamaktadır.
Çünkü güneşten veya başka bir ışık kaynağından gelen ışık taneciklerinin
(fotonlarının) maddeye çarpması ve bu maddenin gelen ışığın bir kısmını
soğurması ve kalanı dışarı vermesi sonucu bizim gözümüze çarpan (yani bir
anlamda maddeden yansıyan) fotonlar beynimizde görüntü oluşturmaktadırlar. Yani
gördüğümüz madde ancak bizim gözümüze yansıyan fotonların taşıdığı bilgiden
ibarettir. Bu bilgiler maddeyle ilgili bilginin tamamını ne derece
yansıtmaktadırlar? Eksik veya fazla bu bilgilerin bizlere kesin olarak
dışarıdaki maddenin gerçek halini gösterdiğine dair elimizde hiçbir kanıt
yoktur.
Şu açıdan bakıldığında konu daha netlik kazanacaktır:
21.yy'a girdiğimiz şu günlerde bilim öyle bir noktaya varmıştır ki, artık
maddenin %99.95'inin boşluk olduğu kesin olarak ortaya çıkmıştır. Ancak, bu
gerçek apaçık gözümüzün önünde durmaktayken, bizler maddeyi %100 dolu (somut
bir gerçek) olarak algılamaktayız. Bu durum bize algılarımızın beynimize
verdiği mesajların dış dünyayı olduğu gibi yansıtmamakta olduğunu çok net
olarak göstermektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder